Keşke birisi bana, ölümün leş gibi kokusunun ne kadar çaresizlik dolu olduğunu söyleseydi. Belki de o zaman, diğerlerini tehlikenin ne kadar büyük olduğu konusunda uyarabilirdim. Keşke kendimi suçlayabilseydim, ortada bu felakete engel olan uğursuz bir his olduğunu ve bizim bunu basitçe görmezden geldiğimizi iddia etmeyi çok isterdim. Böylelikle, en azından her şeyin farklı şekilde sonuçlanması için bir şans olabilirdi. Ama aslında hiç yoktu, değil mi? Hepimiz olayların her zamanki gibi gelişeceğini düşünmüştük ve tüm çevre ölçerler de bu varsayımımızda bize güvence vermişti. Kibirli değildik. Aptal ya da aceleci de değildik. O zaman, nedendi? Neden bizi bekleyen yegâne şey, kaçınılmaz ölüm olmak zorundaydı? Bizi yakalamak amacıyla pusuda bekleyen avcılar için yemden başka bir şey değil miyiz? İnsanlar bunun için mi doğuyor?! Keşke yanlış karar verdiğimizi söyleyebilseydim. Keşke olayın aslını bilseydik.
Bakışlarım, önümde yatan cansız bedenlerle buluştu. Az önce hayatta olan arkadaşlarımın başsız bedenleri. Öfkemi bastırmaya çalışarak yumruklarımı sıktım. Keşke lanet olası işe yaramazın teki olmasaydım.
Karar vermenin komik yani bu. Sonunda seni nereye götüreceklerini bilmeden kararını vermek zorundasın. Ama her şeye karşın, bilsen de bilmesen de kararını verdin mi sonuçlarıyla yüzleşmek zorundasın. Peki, kendimi içinde bulduğum bu yer için kime sövecektim? Gerçekten kime bağıracağımı, kimden nefret edeceğimi bilmek isterdim. Bunu yerine kendimi beni cevapsız bırakan bir tanrıya ulaşmaya çalışarak, asla gerçekleşmeyecek bir mucizeyi beklerken buldum.
Sanki cenneti görecekmişim gibi başımı geriye attım. Cennet etrafımızda bir yerde olduğundan değil tabii. Gördüğüm tek şey, mağaranın taştan tavanıydı. Başka bir tehlike olabilecek karanlık, pürüzlü bir yüzey.
"Gösteriden zevk aldın mı, tanrım?" İçimdeki ızdırabı dindirmek için gökyüzüne doğru bağırdım. Tüm bedenim titredi, yumruklarım daha şiddetli sarsılırken göz yaşlarım birikti. Katbekat fazla bağırmak istedim ama dudaklarımın arasından tek bir ses bile çıkmadı. Tek yapabildiğim, içimden ona daha fazla sövmekti.
Tanrım, merak ediyorum da beni duyuyor musun? Yarattıklarından hangisinin bütün bu çılgınlığın karşısında galip geleceğini merak ederek, mücadelelerini izlemek hoşuna gidiyor mu? Greg'in kalkanının un ufak olması seni gülümsetti mi? Pam'in Alev toplarının sönmesi seni güldürdü mü? Peki ya Charles'ın kılıcının düşmana saplanıp işe yaramaz hâle gelmesi seni heyecanlandırdı mı? Canavarlar, kafalarını kopardıklarında beklentiyle nefesini tuttun mu?
Bakışlarını üzerimde hissettiğime yemin edebilirim. Tıpkı benden öncekiler gibi hayatımın yitip gitmesini bekliyor.
Keşke ilk ölen ben olsaydım. Arkadaşlarımın kan gölünün önünde duran bedenim sarsılıyor, bir santim bile kımıldamayı reddediyor. Canavarların iğrenç nefeslerinin kokusunu aldım. Ölümün eşlik ettiği mutlak çaresizliğin kokusunu. Bana doğru uzanırken, dişlerinden arkadaşımın kanı damlıyordu. Beni dehşete düşürmeye yetecek bakışı, o kadar açgözlülük ve derin bir tatminle doluydu ki ağzıma acı safra tadı geliyordu. O anda kusabilmeyi istedim. En azından kendimi, onun yemeğini mahvederek yatıştırabilirdim. Yerdeki asamı bir kez daha kavrayabilseydim bile artık çok geçti. Bir şifacı olarak canavarlara karşı savaşmakta pek iyi iş çıkaramadım. Bildiğim yegâne hasar büyüleri, Pam'in Alev toplarından daha zayıftı ve onlar bile bu canavarın derisini yakmaya yetmemişti. Keşke onlardan en azından birini iyileştirebilseydim. Beraber kaçmaya çalışsak, bir şansımız olabilirdi.
Arkadaşlarını mı kurtarmak istiyorsun?
Ciddi bir ses, düşüncelerimin arasında yankılanarak beni ürküttü. Bilincimin o kadar derinine ulaşmıştı ki onu görmezden gelmek imkânsız gibiydi. Aklım almıyordu.
O kadar yıldır cevapsız kalan tüm dualardan sonra sonunda katlanmak zorunda kaldığımız tüm o çileler sırasında mı bana cevap vermeye karar verdin? Başka bir durumda, zihnimde yankılanan yabancı bir sese anlam veremezdim. Ama az önce yaratıcıya sövdüğümden, nedense bu durum bana mantıklı gelmişti.
Tam ölecekken, sonunda senin o lanet olası sesini mi duyuyorum? Tanrım, benimle dalga mı geçiyorsun? Hayatımın son bölümlerinden böyle mi zevk alıyorsun?
Ben tanrı değilim.
Bunları hayal ediyor olmalıydım, değil mi? Ya da aniden şeytanla mı konuşmaya başlamıştım? Yaratığın pençesi, acı verici şekilde göğsüme saplanarak beni yere yapıştırdı. Şu anda bunun bir önemi var mıydı ki? Delirdiysem kimin umurundaydı? Hayatım, birkaç saniye içinde son bulacaktı. Beni bekleyen şey, kafamdaki her düşünceyi korku içinde ele geçiren delilikten başka bir şey değildi.
Bir kez daha soracağım. Arkadaşlarını kurtarmak istiyor musun?
Tabii ki. Arkadaşlarımı kurtarmak istiyorum! Bu lanet olasıca soru da neydi böyle? Buna hangi aklı başında insan hayır derdi ki? Keşke onları kurtarmanın bir yolu olsaydı, bunu hemen yapardım. Ama yoktu. Ölüm, geri alınamazdı. Bu, insanlığa işkence etmek için yeni bir yöntem miydi? Bize yalan umutlar bahşedip, paramparça etmek? Cidden de şeytanın dili.
Ben de şeytan değilim. Ama bana ne dediğin umurumda değil. Tek ihtiyacım olan şey rızandı, zavallı şey. Küçük, önemsiz dileğini yerine getireceğim.
Ne? Dileğim yerine mi getirilecek? Bunun mümkünatı yoktu. Ama bunu enine boyuna düşünecek zamanım olmadı. Keskin bir acı, bedenime hücum etti. Sıcaklık beni ele geçirdiğinde nefesim kesildi. Neler olduğunu kavrayamıyordum. Bu hissettiğim şey, daha önce deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Bana ne oluyordu? Bu, ölen bir adamın halüsinasyonundan fazlası mıydı? Aslında, düşünce ve dualarımı cevaplayan bir şeyin olmasının imkânı yoktu, değil mi? Başka bir umut kırıntısı daha beslemek aptallık mıydı? Tüm kalbimle bu yabancı fenomenin gerçek olmasını, arkadaşlarımın kurtarılacağına dair verdiği sözün gerçekleşmesini diledim.
Lütfen, tanrı mısın şeytan mısın ya da ikisinin karışımı mısın, umurumda değil – kurtar onları! Hiçbiri ölmeyi hak etmiyordu ve ben onları kurtaramadım. O yüzden, lütfen, kurtar onları.
Keşke o anda, yabancı bir ruhun bir parçasının benimkine karıştığını bilseydim. Artık ne düşüncelerim ne de geleceğim yalnızca bana ait değildi.